top of page

Ayrılığın Tonları, Yas mı Melankoli mi ?

  • Yazarın fotoğrafı: Beyza Kader
    Beyza Kader
  • 3 Mar
  • 5 dakikada okunur

Ayrılık Acısının Yası

Ayrılık, yalnızca bir ilişkinin bitişi değil, aynı zamanda alışılmış bir duygunun, paylaşılan anıların, gelecek hayallerinin kaybıdır. Birlikte paylaşılan anlar, yaşanılan duygular, ortak kurulan hayaller, birer bağdır ve bu bağların kopması, hem zihinsel hem duygusal düzeyde bir boşluk yaratır. Bu kayıp, tıpkı ölüm acısında olduğu gibi, derin bir duygusal boşluk bırakır. İnsan, birini sonsuza dek kaybettiğinde yaşadığı acı nasıl zamanla bir yas sürecine dönüşüyorsa, ayrılıkla gelen boşluk da tıpkı bir yas süreci gibi işler. Ayrılıkla gelen bu boşluk, yalnızca kaybolan bir kişinin yokluğu değil, bir hayatın, bir dünyayı paylaşmanın getirdiği tüm duyguların ve alışkanlıkların kaybıdır. Bu yüzden ayrılık acısı, bazen içsel bir boşluk, bazen de bir kimlik kaybı gibi hissedilebilir. Birlikte kurduğumuz her şeyin kaybı, derin bir sarsıntı yaratır ve bu sarsıntı, bazen yıllarca süren bir iyileşme sürecini başlatabilir.

Psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross’un geliştirdiği yas süreci, birçok kişinin kayıplarla başa çıkmasına yardımcı olmuş bir modeldir. Kübler-Ross, kayıpla yüzleşme sürecini beş aşamaya ayırmıştır. Bu aşamalar, inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme olarak sıralanır. Yas süreci kişisel bir deneyimdir ve her bireyde farklı yoğunluklarda, farklı zaman dilimlerinde yaşanabilir. Ayrılıkla gelen kayıp da tıpkı yas süreci gibi bir içsel dönüşüm sürecidir. Bu sürecin her aşamasında farklı duygusal haller yaşanır. Kimileri bu sürecin tüm aşamalarını yaşar, kimileri sadece bazı aşamaları deneyimler, kimileri ise tekrar tekrar aynı aşamaları yaşayarak kaybın etkilerini daha derin hissedebilir. Kimi ise, hiç birini yaşamadan ayrılığı kabullenebilir. Bu süreç her bireyin duygusal yapısına, ilişki geçmişine ve kişisel gelişimine bağlı olarak farklılıklar gösterir.

İlk aşama, inkârdır. Ayrılığın gerçekliğini kabul etmek, insanın içsel dünyasında zorlayıcı bir deneyim olabilir. Bu aşamada, kayıpların etkisi reddedilir ve çoğu zaman kişi, ilişkinin sona erdiğine inanmak istemez. İnkar, kişinin kaybın verdiği acıyı hafifletmeye çalıştığı bir mekanizmadır. Birçok kişi, ayrılığı kabullenmek yerine, eski umutlarla yaşar ve bu acıyı unutmanın yollarını arar. “Her şey düzelir” diye düşünmek, bu aşamanın tipik bir savunma mekanizmasıdır. Ancak zamanla, gerçeklik tüm acılığıyla kendini göstermeye başlar ve inkâr yerini öfkeye bırakır.

Öfke aşaması, kaybın gerçekliğine uyum sağlama sürecinde ikinci adımdır. Bu öfke, ya kendimize karşı yöneltilir ya da karşı tarafa. Kendimize karşı duyduğumuz öfke, çoğu zaman ilişkiye son vermiş olmanın pişmanlığından ya da karşımızdakine duyduğumuz kırgınlıktan kaynaklanır. "Neden bu kadar inandım?" "Neden böyle davrandım?" gibi sorular zihnimizde yankı bulur. Bu öfke, aynı zamanda karşımızdakine yöneltilen bir suçlama haline gelebilir. Bu aşama, aslında ilişkiden duyulan derin hayal kırıklığının bir dışa vurumudur. Karşımızdaki kişi, bir zamanlar hayatımızın önemli bir parçasıydı, ve şimdi onu kaybetmek, öfkeyi besleyen bir durumdur.

Sonraki aşama, pazarlık aşamasıdır. Kaybın acısını hafifletmeye çalışırken, bizden bir şeyler eksik olduğunu kabul ettiğimizde, yeniden şans istemek, eskiyi geri getirmeye çalışmak gibi düşünceler devreye girer. "Belki de tekrar başlarsak her şey değişir." Bu, kaybı telafi etme çabasıdır. Ancak çoğu zaman bu denemeler sonuçsuz kalır, çünkü bir ilişkinin sona ermesi, bir geçmişin kapanması anlamına gelir. Pazarlık etmek, kaybı kabul etmeme ve eski düzeni yeniden kurma isteğidir. Ancak, bu noktada yüzleşme gerçekleşmeye başlar.

Yüzleşme aşaması, aslında duyguların ve düşüncelerin birbirine karıştığı karmaşık bir süreçtir. Bu aşamada, içsel dünyamızda duygular birbirine girer; mutluluk, öfke, acı, kayıp, pişmanlık... Hepsi bir arada karışır ve kafamızda bir düğüm oluşur. Duygusal olarak en zorlayıcı olan aşamadır. Bu süreçte, eski anıların, paylaşılan duyguların hatırlanması, yüzleşmek zorunda kaldığımız gerçeği bir kez daha hatırlatır. Bazen kafa karışıklığı, bazen sessizlik içinde geçer; ancak sonunda kişi, kaybın gerçekliğiyle barışmak zorunda kalır.

Son olarak, kabullenme aşaması gelir. Bu aşama, kaybın tam anlamıyla geçmediği, ama onunla yaşama öğrenildiği bir dönüm noktasıdır. Acı tamamen kaybolmaz; ancak kişi, bu acıyı bir parça kabul ederek, onunla yaşamayı öğrenir. Kabullenme, yeniden sevinç ve huzur bulmak anlamına gelmez, ancak hayatın bir parçası haline gelen kayıpla barış yapmaktır. Ayrılığın acısı, insanın ruhunda derin izler bırakabilir; ancak zamanla, bu izler de daha huzurlu bir hale gelir. Kaybın hayatın bir parçası olduğunu kabul ettiğimizde, yaşam yeniden başlar.

Yas süreci gibi ayrılık da, kişisel bir iyileşme süreci gerektirir. Kimi zaman derin izler kalır, kimi zaman ise zamanla kaybolur. Ancak, her durumda, ayrılıkla birlikte yaşam yeniden şekillenir. Bu sürecin sonunda, sevgi ve aşkın gücünü yeniden keşfetmek mümkündür.

Sevgi mi daha güçlü, aşk mı? Bu soruya verilecek cevap, her bireyin yaşadığı deneyime bağlıdır. Ancak, ayrılıkla birlikte, insanın sevdiği kişiye duyduğu sevgi, ayrılıkla birlikte büyür, olgunlaşır ve daha derin bir hale gelir. Yas süreci, aslında sevmek ve kaybetmek arasındaki dengeyi kurabilmek için bir fırsattır. Karşımızdakini sevmek, ilişkinin güzelliklerini hatırlamak ve yaşanılan duyguları kabul etmek, aslında ayrılıkla birlikte bizi daha güçlü kılar. Bu sürecin sonunda, sevmek, kaybetmek ve kabullenmek, yaşamın bir parçası olur. Ve her kayıptan sonra, yaşam yeniden başlar.


Ayrılık Acısının Melankolisi 

Freud’a göre aşk acısı, sevilen kişinin kaybıyla birlikte yaşanan yas sürecine benzer. Yas süreci, bireyin kaybı kabullenmesi ve zamanla acıyı içselleştirerek hayatına devam etmesiyle sonlanır. Ancak bazı durumlarda yas sağlıklı bir şekilde işlenemez ve melankoliye dönüşebilir. Melankoli, kaybedilen nesnenin kişinin benliğinde eritilmesi ve depresif belirtilerle kendini göstermesi olarak tanımlanır. Yani birey, kaybedilen sevgiliyi kendi ruhsallığında bir parça haline getirir ve bu parça, bireyin benlik değerini düşüren bir eleştirmen gibi işlev görebilir. Freud’a göre, melankolide birey kaybı dışsal bir olgu olarak değil, içsel bir yaralanma olarak deneyimler.

Freud’a göre (1917) yas ve melankoli ortak bir yönü vardır; Kayıp. Somut veya soyut bir nesnenin kaybi aynı aşk acısında olduğu gibi bazı reaksiyonlar verilir.  melankoli ve yas arasındaki ilişkiyi psikanalitik bir perspektiften ele almıştır. O Freud'a göre, her iki durum da kayıpla tetiklenmektedir. Yas, sevilen bir kişinin ölümüyle ortaya çıkarken, melankolide kaybedilen nesne sevgiyle bağ kurulan bir varlık olup fiziksel olarak hayatta olabilir. Ancak melankolik birey, neyi kaybettiğini tam olarak bilemez; çünkü bu kayıp bilinçdışında yer almaktadır.


“Sevilen bir kişi ya da kaybedilen bir kişinin yerine koyulan soyut bir kavramın yitirilişine verilen tepkilerdir” (s. 243)


“Klinik tablolar, yas ve melankoli arasındaki bağı doğrular gözükmektedir ve dahası çevresel etkilerden kaynaklanan nedenler, her iki durum için ayırdı mümkün olmayacak derecede benzerlik sergilemektedir. Yas, sevilen bir yakının veya ülke, özgürlük, bir ideal gibi düşünsel-soyut bazı değerlerin kaybına karşı gelişen bir reaksiyondur. Yasa neden olan olayların benzerleri, bazı insanlarda, bizde patolojik bir dispozisyon şüphesi doğuracak şekilde melankoliye neden olurlar” (Freud, 1917; akt., Uslu ve Berksun, 1993, s. 1)


Melankoli ile yas arasındaki klinik benzerlikler dikkat çekicidir. Bununla birlikte, melankoliye eşlik eden en önemli unsur, özsaygı kaybıdır. Yas sürecinde birey yalnızca kaybın ardından gelen üzüntüyü yaşarken, melankolik kişi egosunu değersiz ve yetersiz olarak algılar. Melankolik birey, kendini suçlamasına rağmen utanç duygusu hissetmez; zira bu suçlamalar gerçekte kaybedilen nesneye yöneliktir. Bu noktada, Freud egonun bölünmüşlüğünden söz eder: Ego, kendi içinde eleştirel bir parça oluşturur ve bu parça, narsistik bir mekanizma yoluyla kaybedilen nesneyle özdeşleşir. Böylece, melankolide nesne seçimi narsistik bir temele dayanır ve kayıp nesneye duyulan yatırım zayıf olup, bu enerji kolaylıkla egoya geri çekilebilir.

Melankolinin ortaya çıkabilmesi için, bireyin nesne ilişkilerinin ikircikli bir yapıya sahip olması gerekir. Sevgi ve nefret arasındaki çatışma belirgin bir rol oynar. Kişi, kayıp nesneyle narsistik bir özdeşleşmeye girdiğinde, nesneye duyduğu öfke ve nefret, egonun bu nesneyle özdeşleşmiş kısmına yönelir. Bu süreç, melankolik bireyde sadistçe bir tatmin duygusunun ortaya çıkmasına neden olabilir ve intihar düşünceleri bu mekanizmanın bir yansıması olarak görülebilir. Çünkü burada özne, aslında nefret ettiği kayıp nesneye zarar verme dürtüsünü, kendi egosuna yönlendirmiştir.

Freud, bilinçdışında sevgi ve nefretin sürekli olarak bir çatışma halinde olduğunu ve bu çekişmenin belirli bir noktada çözümlenmesi gerektiğini öne sürer. Melankolide bu çatışma, sevginin egoya çekilmesiyle sonuçlanır ve tipik melankolik belirtiler ortaya çıkar. Nihayetinde, birey kayıp nesneyle olan çatışmasını ya tükenene kadar devam ettirir ya da nesnenin değersiz olduğu kabul edilerek bağ çözülür. Her iki durumda da birey, derin bir zihinsel ve duygusal yorgunluk yaşar.

Freud’un bu analizleri, melankolinin dinamik yapısını anlamamıza katkı sağlarken, bireyin içsel çatışmalarını psikanalitik bir perspektifle değerlendirmeye olanak tanır. Melankolinin, sadece kayıpla değil, kişinin kendi iç dünyasındaki ikircikli duygularla da bağlantılı olduğu ortaya konulmaktadır.


Beyza Kader & E. Şeyma Bilmen


 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


bottom of page